Kong Ji Hyeok, prestijli bir bebek ürünleri şirketinde “Mother TF” ekibinin karizmatik lideridir.
Keskin zekâsı, sakin karizması ve işine duyduğu sarsılmaz tutku sayesinde hem saygı duyulan hem de mesafeli bir isimdir.
Profesyonelliğiyle tanınan Ji Hyeok’un hayatı, bir gün ekip üyelerinden biri olan Ko Da Rim’in ani bir öpücüğüyle altüst olur.
O anda zaman donar. Ji Hyeok, bu davranışı açıklayamaz çünkü Da Rim, parmağındaki yüzükle birlikte evli bir kadın gibi görünmektedir.
Ancak gerçek, göründüğünden çok daha farklıdır.
Ko Da Rim, geçimini zar zor sağlayan, hayatın yükünü erken yaşta omuzlamış bir kadındır.
Kariyerine yeniden tutunabilmek için Ji Hyeok’un çalıştığı şirkette geçici olarak işe girer.
Fakat mülakat sırasında, “evli ve bir çocuk sahibi” olduğunu söyleyerek yalan söyler sadece “güvenilir” bir çalışan profili çizmek için.
Yalanı sayesinde işe alınır, ancak bu yalan, her geçen gün büyüyen duygularının önünde duvar olur.
Birlikte geçirilen uzun çalışma saatleri, yanlış anlaşılmalar, bastırılmış duygular…
Kong Ji Hyeok, profesyonel çizgisini korumaya çalıştıkça, kalbi ona ihanet etmeye başlar.
Ko Da Rim ise, yalanının ortaya çıkma korkusuyla sevdiği adama yaklaşamaz.
Gerçeğin er ya da geç ortaya çıkacağı gün yaklaştıkça, ikisi de bir karar vermek zorunda kalır:
Doğruyu söylemek mi daha acı vericidir, yoksa hislerini sonsuza kadar gizlemek mi?
“Mother TF”, güven, dürüstlük ve aşk arasında ince bir çizgide yürüyen iki insanın karmaşık ilişkisini anlatan dokunaklı bir ofis romantizmi.
Im Hyeon Jun, on yıldır ekranların değişmeyen yüzü.
Dürüst, adaletli ve her zaman doğruyu savunan dedektif karakteriyle milyonların sevgisini kazanmıştır.
Ancak bu imaj, artık onun için bir tür hapishaneye dönüşmüştür.
Her sezon aynı replikleri, aynı duyguları tekrarlamaktan yorulmuştur.
Bir aktör olarak kendini yeniden keşfetmek ister, ancak sektör onu tek bir kalıba sıkıştırmıştır.
Beşinci sezonun çekimlerine başlamadan hemen önce, Hyeon Jun romantik bir komedi ya da duygusal bir melodramda rol almanın hayalini kurar.
Gerçek duygularını gösterebileceği bir karakter arayışındadır ta ki Wi Jeong Sin’le tanışana kadar.
Wi Jeong Sin, ülkenin en saygın siyasi gazetecilerinden biridir.
Kariyerinde kazandığı prestij, dürüstlüğü ve keskin kalemiyle tanınır.
Ancak büyük bir yolsuzluk dosyasını araştırırken beklenmedik şekilde “eğlence haberleri” bölümüne sürülür.
Kariyerinde bir düşüş olarak gördüğü bu yeni görev, onu dizi setlerine ve kırmızı halılara sürükler.
Ve orada, yıllardır sadece ekranda gördüğü Im Hyeon Jun’la karşılaşır.
Jeong Sin, Hyeon Jun’un dizisini izledikten sonra gizliden gizliye hayran olmuştur.
Ancak karşısında gördüğü adam, o idealist dedektiften çok uzaktır: kibirli, gergin ve sahne dışında kaybolmuş bir adam.
Yine de aralarındaki çatışma, yavaş yavaş beklenmedik bir çekime dönüşür.
Bir oyuncu “gerçek” olmayı, bir gazeteci ise “sahiciliği” yeniden keşfeder.
Ve ikisi de fark eder ki, bazen en büyük rol insanın kendisi olmayı öğrenmesidir.
“Perde Arkasındaki Gerçek”, imajın ardındaki kırılgan insanı anlatan, aşk ve kimliğe dair içten bir hikâye.
Üç kadın, üç farklı hayat… ama aynı yaşta, aynı dönemeçte.
Kırklı yaşların eşiğinde, aşk, kariyer ve hayallerin ağırlığıyla yüzleşirler.
Cho Na Jeong, bir zamanlar TV alışveriş kanalının yıldızıydı.
Güzel sesi ve enerjisiyle milyonların güvenini kazanmış, yüz milyonlarca wonluk satış rekorları kırmıştı.
Ancak yıllar sonra ekranlardan uzak, iki oğlunun annesi ve tam zamanlı bir ev hanımı olarak yaşamaktadır.
Bir yandan ailesini sevmekte, diğer yandan kaybettiği sahne ışıklarının özlemini duymaktadır.
Bir gün yeniden çalışmaya karar verir ama bu kez, geçmişin parıltısına dönmek hiç de kolay değildir.
Yeni dünyada, yaş, rekabet ve değişen değerlerle mücadele etmesi gerekecektir.
Koo Ju Yeong, dışarıdan bakıldığında kusursuz bir kadındır.
Bir sanat merkezinde planlama müdürüdür, zarif, disiplinli ve başarı dolu bir hayat sürmektedir.
Ancak iç dünyasında kimseye anlatamadığı bir acı taşır: aseksüel kocasıyla birlikte bir çocuk sahibi olma umudunu giderek kaybetmektedir.
Mükemmel görünen yaşamının duvarlarında çatlaklar belirmeye başlar;
ve Ju Yeong, “kusursuzluk” adına neleri feda ettiğini sorgulamaya başlar.
Lee Il Ri ise hâlâ özgür ve bekârdır.
Bir moda dergisinde genel yayın yönetmeni yardımcısı olarak çalışmakta, keskin zekâsı ve stil anlayışıyla tanınmaktadır.
Kariyerinde başarıyı yakalamış olsa da kalbinde hâlâ bir eksiklik hisseder
çünkü aşkı, evliliği ve gerçek bir bağı hâlâ arzulamaktadır.
Ama kırklı yaşlarda aşk bulmak, tıpkı moda trendleri gibi, artık “zamansız” bir mesele haline gelmiştir.
Bu üç kadının yolları yeniden kesiştiğinde, birlikte yeniden gülmeyi, ağlamayı ve kadın olmanın anlamını hatırlayacaklardır.
“41 Yaşındayız”, hayatın ikinci perdesinde, dostluk, cesaret ve yeniden başlama gücü üzerine dokunaklı bir hikâye.
Joseon’un sessiz ama karanlık günlerinde, gülümsemeyi çoktan unutmuş bir prens ile geçmişini hatırlayamayan bir tüccarın kaderleri beklenmedik biçimde kesişir.
Veliaht Prens Yi Gang, bir zamanlar ülkesine umut getiren asil bir figürdü.
Ancak sevgili nişanlısı, Veliaht Prenses’in trajik ölümü onu derin bir boşluğa sürüklemiştir.
Artık onun dünyasında tek bir amaç vardır: intikam.
Yi Gang yıllarca sabırla planını kurar, tahtın sessiz gölgelerinde düşmanlarını izler.
Ve nihayet harekete geçeceği gece, kader karşısına gizemli bir kadını çıkarır Park Dal I, atlar için eyer taşıyan sıradan bir tüccar… ama yüzü, ölen Veliaht Prenses’e tıpatıp benzerdir.
Bir fırtına gecesi, gizemli bir olay sonucu Yi Gang ve Park Dal I’nin ruhları bedenlerini değiştirir.
Prens, kendi bedeninde değil, basit bir tüccarın gözlerinden dünyayı görmeye başlar.
Dal I ise, saray entrikalarının ortasında, bir prensin bedeninde uyanır.
Bu beklenmedik ruh değişimi, yalnızca bir kimlik karmaşasından ibaret değildir
aynı zamanda aşk, intikam ve kimliğin sınırlarını sorgulayan kaderin bir oyunudur.
Yi Gang, intikamla ördüğü kalbinde ilk kez merhametle tanışırken;
Dal I, kendi geçmişine ve gerçek kimliğine dair karanlık sırlarla yüzleşir.
Birbirlerinin hayatlarını yaşarken, hem kaybettikleri hem de asla sahip olamayacakları şeyleri yeniden bulurlar: umut, bağışlama ve belki de yeniden doğan bir sevgi.
“Ruhların Gölgesinde”, kim olduğumuzu hatırlamadan bile bir kalbi nasıl sevebileceğimizi sorgulayan büyüleyici bir Joseon dramı.
Baek A Jin, şiddet dolu bir evde büyüdü.
Hayatta kalmak için duygularını bastırmayı, insanları okumayı ve gerektiğinde yönlendirmeyi öğrendi.
Şimdi o, güzelliği ve yeteneğiyle ülkenin en parlak yıldızlarından biri dışarıdan zarif, içten fırtınalı bir aktris.
Ama A Jin’in parıltısı, karanlığını tamamen gizleyemez.
Hırsları tehdit edildiğinde, içindeki soğuk, hesapçı taraf ortaya çıkar.
Onun en büyük destekçisi ve sırdaşı, çocukluk arkadaşı Yun Jun Seo’dur bir zamanlar onu koruyan, şimdi ise düşüşüne neden olan adam.
A Jin’in hayatında bir başka gölge ise Kim Jae O:
Aynı acılardan geçmiş, A Jin’de kendi kurtuluşunu gören bir adam.
Birbirlerini hem iyileştiren hem de yavaş yavaş yok eden iki kırık ruh.
Bu arada, Im Re Na, A Jin’in rakibi ve eski bir idol, Jun Seo’ya karşı duyduğu yasak duygularla bu karmaşık üçgeni daha da tehlikeli hale getirir.
Kameraların ardında ihtişamla karanlığın, aşk ile intikamın iç içe geçtiği bir hikâye başlar.
Ve sonunda herkesin maskesi düşecektir en çok da A Jin’in.
“Göz Kamaştıran Karanlık”, bir kadının travmadan doğan hırsı, güç ve aşk arasında parçalanan ruhunu anlatan çarpıcı bir psikolojik dram.
Baek Do Ha ve Baek Do Yeong, kan bağıyla birbirine bağlı ama kaderin ayırdığı iki kardeştir.
Çocukluklarında ebeveynlerinin boşanmasının ardından, Do Ha annesiyle birlikte Amerika’ya, Do Yeong ise babasıyla Kore’ye yerleşmiştir.
Ancak her yaz, Do Ha’nın Kore’ye 21 günlüğüne gelişiyle, kardeşlerin yolları yeniden kesişir.
Her yaz aynı ev, aynı semt ve aynı yüzler…
Ve o yüzlerden biri Song Ha Gyeong.
Komşu kız, çocukluk arkadaşları, ikizlerin en yakın dostu… ve Do Ha’nın farkında bile olmadığı, sessiz bir aşka kapılan genç kadın.
Yıllar boyunca Ha Gyeong, yalnızca yaz mevsiminde gelen bu misafire duygularını söyleyemeden büyür.
Onlar için zaman, sadece 21 gün sürer her defasında yeniden başlamak ve yeniden ayrılmak için.
Aradan yıllar geçer.
Do Ha artık yetenekli bir mimar, Ha Gyeong ise kamu sektöründe çalışan idealist bir meslektaştır.
Ancak iki yıl önce yaşanan bir olay, onların kaderini bir daha geri dönülmez şekilde değiştirir.
Artık ne yazlar eskisi gibidir, ne de birbirlerine duydukları hisler aynı kalabilir.
“Yirmi Bir Gün”, mevsimlerle sınırlı bir gençlik bağının, yıllar sonra bastırılamayan bir aşka dönüşümünü anlatan dokunaklı bir hikâye.
Kardeşlik, aşk ve pişmanlık arasında sıkışan üç kalbin, geçmişle hesaplaşma ve yeniden başlamaya cesaret etme öyküsü.
Çünkü bazı duygular, sadece bir yazın değil bir ömrün yankısıdır.
Bilinmeyen bir virüs hızla şehirde yayılırken, bir zamanlar canlı ve kalabalık sokaklar artık ölüm sessizliğine bürünmüştür. İnsanlar birer birer acı içinde değişmeye başlar ve kısa sürede, şehir yaşayan ölülerle dolup taşar.
Kaosun ortasında kalan bir grup lise öğrencisi, dışarıdaki kabustan kaçmak için okullarına sığınır. Ancak duvarların ardında buldukları güvenlik hissi kısa sürer.
Yiyecekler tükenmektedir, iletişim kopmuştur, virüsün kaynağı bilinmemektedir…
Ve en kötüsü virüs içeri sızmış olabilir.
Artık tek hedefleri vardır:
Bulaşmadan, parçalanmadan, insan kalabilmek.
Zamanla dostluklar sınanır, korkular aklı esir alır ve sırlar ortaya çıkar.
Birlikte hayatta kalmaya çalışan bu gençler, sadece zombilerle değil, insanlığın en karanlık yüzüyle de yüzleşmek zorunda kalırlar.
Her saniye ölümün nefesini enselerinde hissettikleri bu okulda, kaçış artık sadece bir umut değil var olmanın son dersi haline gelir.
Geçmiş yaşamında Chu Yu, aşkı uğruna her şeyi göze almıştı.
İmparatorluk tarafından belirlenen evliliğinden kaçarak Gu Chu Sheng için her şeyini riske atmış, ancak kader ondan acımasız bir bedel almıştı:
Yuvadan uzakta, yalnız ve pişmanlıkla dolu bir ölüm.
Fakat kaderin cilvesi, ona ikinci bir şans verir.
Chu Yu gözlerini yeniden açtığında on beş yaşındadır ve tarih tekerrür etmek üzeredir.
Yine aynı evlilik, yine aynı karar…
Ama bu kez, geçmiş hatalarını tekrarlamayacaktır.
Kaderini değiştirmeye kararlı olan Chu Yu, herkesin lanetli saydığı Wei Ailesi ile evlenmeyi seçer. Bu karar, çevresindekiler tarafından delilik olarak görülür; çünkü Wei ailesinin genç varisi Wei Yun, “ölüm getiren çocuk” olarak anılmaktadır.
Oysa Chu Yu gerçeği bilmektedir bir gün Wei Yun, “Yaşayan Yama” olarak yükselecek, tüm ülkenin korktuğu ama aynı zamanda hayran olduğu bir savaş efendisi olacaktır.
Bu bilgiyle, Chu Yu kendi kaderini yeniden yazmaya yemin eder.
Wei ailesini çöküşten kurtaracak, Wei Yun’un yanında duracak ve onun kader ortağı olacaktır.
Ancak geçmişteki trajedilerin gölgesi hâlâ peşindedir…
İhanet, savaş ve tutkunun iç içe geçtiği bu hikâyede Chu Yu, yalnızca bir eş değil; ailesinin efsanesi haline gelir.
Ve sonunda herkesin söylediği şu söz gerçeğe dönüşür:
“O, Wei ailesinin en büyük hanımı…
…ve onların yeniden doğuşunun nedeni.”
18 yaşına girmek üzeresiniz.
Kendinize güveniniz yok, aileniz sizi anlamıyor ve dünyadaki yerinizi bulamıyorsunuz.
Ne yaparsınız?
Çoğu insan gibi, günlerini odasında geçirip test kitaplarına gömülerek “hayatın ne zaman gerçekten başlayacağını” merak edebilirsiniz.
Ama Song U Yeon için işler biraz farklı gelişir.
Utangaç, sıradan ve biraz da beceriksiz bir lise öğrencisi olan U Yeon, bir gün tesadüfen karşısına çıkan “Spirit Fingers” adında tuhaf bir sanat kulübüne davet edilir.
Kulüp üyeleri, alışılmışın dışında tiplerdir renkli saçlı, eksantrik, abartılı ve tamamen özgür ruhludur. Onlarla tanışmak, U Yeon’un hayatında yepyeni bir sayfa açar.
Kendini sürekli başkalarıyla kıyaslayan ve “yeterince iyi” olmadığını düşünen U Yeon, bu sıradışı grubun arasında yavaş yavaş kendi sesini bulmaya başlar. Renklerin, çizgilerin ve dostluğun içinde; güzelliğin mükemmel olmaktan değil, kendin olmaktan geçtiğini öğrenir.
Ama büyümek kolay değildir özellikle de başkalarının beklentilerini değil, kendi hayalini takip etmeye karar verdiğinde.
“Spirit Fingers”, gençliğin kırılganlıklarını, özgüven arayışını ve kendini keşfetmenin renkli sancılarını anlatan, sıcak, duygusal ve ilham verici bir hikâye.
Renklerin, dostluğun ve özgürlüğün dans ettiği bu dünyada, herkesin kendi tonunu bulma zamanı geliyor.
Her şey yolundaydı aşk, iş, hayat...
Ta ki o gün gelene kadar.
Miyata Aiko, küçük ama zarif bir giyim mağazasında çalışan genç bir kadındır. Anne ve babasını genç yaşta kaybetmiş olsa da, nazik ablası Saeko ve çocukluk arkadaşı, artık başarılı bir doktor olan Yoshimura Yuma sayesinde yaşamını yeniden dengeye oturtmuştur. Aiko, Yuma ile gizli bir ilişki yaşamaktadır. Yıllardır bastırdığı duygular nihayet karşılık bulmuş, hayat ona uzun süredir hissetmediği bir huzuru getirmiştir.
Ancak 25. doğum günü yaklaşırken, Aiko’nun içinde sessiz bir heyecan vardır acaba Yuma ona evlenme teklif edecek midir?
Fakat kader, ona bambaşka bir sürpriz hazırlamıştır.
Bir akşam eve dönerken, Aiko karanlık bir merdivenden aşağı itilerek bilincini kaybeder. Gözlerini açtığında artık hiçbir şey eskisi gibi değildir:
Yuma, Saeko ile evlidir.
İşi, itibarı ve hayalleri bir anda elinden alınmıştır.
Kafasındaki soruların arasında boğulan Aiko, kimin dost, kimin düşman olduğunu ayırt edemez hale gelir. Yaşadığı bu kabusun ardında, görünenden çok daha karanlık bir gerçeğin bastırılmış kıskançlıkların, yalanların ve gizli arzuların saklandığını fark eder.
Artık Aiko’nun tek bir amacı vardır:
Gerçeği bulmak.
Kendini kurtarmak.
Ve kimsenin görmediği o “günü” yeniden hatırlamak.
“Sessiz Düşüş”, masum bir aşk hikâyesinin, ihanetle gölgelenen karanlık bir intikam masalına dönüşümünü anlatan gerilim dolu bir dram.
Aşkın, güvenin ve hafızanın sınırlarını zorlayan bu hikâye, “mutlu son”un her zaman en masum olana ait olmadığını hatırlatıyor.